15 Temmuz 2014 Salı

10. Köyü Kurmak Zorundasın

Deneyime dayanan kesin bilişe sahip birinin deneyim sahibi olmadığı halde kesin varsayımlarda bulunmaktan geri kalmayanların yani körü körüne inanan veya inkar edenlerin oluşturduğu bir toplumda yaşamak zorunda olması tamamını doğuştan körlerin oluşturduğu bir toplumda gören biri olarak yaşamaya benzer. İstesen de gördüklerini gösteremezsin çünkü ışığın onların dünyasında bir karşılığı yoktur. Renklerin güzelliğinden bahsedersen deli muamelesi görürsün. Keşfettiğin gizemlerin heyecan ve hayretini paylaşamazsın. Paylaşabileceğin kimse yoktur etrafta. Onlar karanlığı paylaşırken sen ışığınla tek başınasındır. Hakikate kanallık edecek olursan dokuz köyden kovulursun. Ya susup tekbaşınalığınla dost olmak ya da gerçeğe sahip olan ve onu aramaktan yılmayanlarla birlikte bir onuncu köy kurmak zorundasındır.

İnanmak kutsal bir kelimedir inananlar için, aptallıkla eş anlamlıdır oysa inkarcıların lügatinde. Ve inkar etmek zeka testinden geçip kabul edilmek anlamına gelirken inkarcıların dünyasında, körlük daha da ötesi en büyük günahtır inananların lügatinde. Halbuki ortak bir paydada birleştiklerinin farkında değildir bu sözde birbirine taban tabana zıt ve düşman görünen iki grup. Her iki grup da kesin bir bilişe sahip değildir iddialarında. Öyle ya, insan gerçek olduğunu kesinlikle bildiği bir şeye inanmaya ihtiyaç duyar mı? Mesela Ay'ın var olduğuna inanır mıyız ? Hayır. Çünkü var olduğunu kesinlikle biliriz, kafamızı kaldırıp baktığımızda orada olduğunu görürüz. Kesin biliş varken inanmaya ihtiyaç kalmaz. Peki gerçek olmadığını kesinlikle bildiğimiz bir şeyi inkara ihtiyaç duyar mıyız? Örneğin bugün dünyanın düz olduğunu inkar eden kimse var mı? Sanırım artık düz olmadığı zaten herkesce kesinlikle malum olduğu için bugün kimse düz olduğunu inkar etmekle zaman kaybetmez. Kesin olarak bilmenin söz konusu olduğu durumlarda gerek inanç gerekse inkar anlamını yitirir. Çünkü inanmak; birşeyin gerçek olduğunu farzetmek, varsaymak demektir ve inkar ise gerçek olmadığını. Her ikisi de sadece birer varsayma durumudur. Ancak ortada kesin bir biliş, görüş, bir emin olma durumu yoksa ortaya çıkabilen iki durumdur.

İnanma veya inkar etme durumlarının en büyük kavgaya tutuştukları kavram ise şüphesiz Tanrı kavramıdır. Bu kavganın safları bu fiillerin adlarını taşır. İnananlar ve inkar edenler. İki saf arasında ki dövüş tam bir kör dövüşüdür. Her iki taraf da hiç bir deneyime sahip olmadıkları bir kavram hakkında kesin iddialarda bulunmaktadır. İnananların ve inkarcıların Tanrı'ya ilişkin bilgileri körlerin ışık hakkında ki bilgileri gibidir. Deneyimle oluşan gerçek bir biliş değil sadece "hakkında", "ona ilişkin" bir bilgi. Hiç çikolata yememiş ancak çikolata hakkında kitaplar okumuş birinin bilgisi gibi. Ve ayrıca Tanrı tamamıyla yanlış anlaşılmış bir kavramdır. O bir semboldür. Batıni anlamı içsel birlik deneyimine işaret eder. Tabi yüzeysel bakışaçısına sahip olanların zihninde, batıni anlam bir karşılık bulamadığı için, onların psikolojik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik zahiri bir anlam kazanmıştır kavram. Ona bir kişilik atfedilerek nesneleştirilmiş ve dışsallaştırılmıştır. Ve sonra insanlar Tanrı'yı dışarda arar olmuşlardır. Halbuki dışardaki Tanrı bir hayal ürünüdür. Hayatın çelişki ve zorlukları karşısında duyulan korku yüzünden insan zihninin ürettiği bir kurgudur. Çağlar boyunca inananlar dışarda var olduğunu hayal ettikleri Tanrı'nın koruyuculuğuna sığınarak korkularını dindirmeye çalışmışlardır. Bu insanın kendi kendine içirdiği bir afyondur. Yani hiç çikolata yememiş olanların ezbere bilgileri ile çikolata hakkında tartışmalarından bile vahimdir Tanrı kavramı hakkında tartışmak. Çünkü çikolata en azından vardır.

Bu hayali kavram üzerine inananlarla inkar edenler arasında süregiden kavga insanlık tarihi kadar eskidir. Körü kürüne inkar edenler de aynen körü körüne inananlar gibi bir yüzeysel kavrayışa sahiptir. İnananlardan farkları hayata aynı dar açıdan ancak ters yönden bakıyor olmalarıdır. Onlar dışarda varolan bir Tanrı'yı inkar etmekte haklıdırlar ancak çoğunun inkarı Tanrı kavramı ile ifade edilmek istenen derin mananın ne oldunu sorgulamadan, anlamadan yapılan körü körüne bir inkardır. İnanç kadar boş bir inkar. Çoğunun inkarı kendi bilincinden ziyade zihinsel şartlanmalarından ve psikolojik ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. İçinde büyüdükleri çevrenin yönlendirmelerine göre veya ona karşı tepki olarak şekillenen bilinçsiz otomatik tepkiler.

Çünkü malesef Tanrı kavramı olumlu veya olumsuz olarak ilk çocukluk yaşlarından itibaren toplumumuzu oluşturan bireylerin zihinlerine kazınmaktadır. Bunun doğal sonucu olarakta Tanrı fikri zihinlerin merkezinde yer almaktadır. İnanma veya inkar da merkezinde Tanrı fikri olan kurulmuş bir zihnin bu kavrama verdiği otomatik tepkiler, psikolojik reflekslerdir. Eğer Tanrı fikri kişiyi hiç enterese etmese, zihninin odak noktasında olmasa, bu fikre karşı kişi tamamen kayıtsız olsa neden kendini Tanrı tanımaz anlamına gelen a-teist olarak tanımlama ihtiyacı duysun. Kayıtsız olduğunuz birşeyi inkar etme ihtiyacı duyar mısınz? Bu inkarı bir kimlik, bir etiket gibi üzerinize giyme ihtiyacı duyar mısınız? Demek ki bu bir psikolojik ihtiyacı doyuruyor. Bunu bir kimlik olarak taşımakla bir fayda elde ediliyor. Örneğin neden kimse hayalet tanımazlığını beyan etmiyor. Hayaletlerin varolduğuna inandıkları için mi yoksa bunu inkar etmeye dahi gerek duymadıkları için mi? Ama hayır ateist zihniyet hayalete kaldığı şekilde tanrıya kayıtsız kalamıyor çünkü bu kavramdan besleniyor. Onu inkar etmek onun için bir statü göstergesi. Anlaşılması gereken ince bir nokta bu. Tanrı'nın olup olmaması onların umurunda değil. Ama Tanrı kavramı onlara lazım. Olmadığının doyurucu tam kanıtı dünyaya sunulabilse bile aynı inanan zihniyet gibi bu zihniyet bu kvaramı tekrar var ederdi, ki sonra onu inkar etmekten beslenebilsin. Aynı tesitler gibi atesitler içinde ateizm bir dine dönüşmüş vaziyettedir. Bu dillendirilmeyen gizli bir inanaç birliği gibidir.

İnanan inanmaya ihtiyaç duymaktadır. Bakar Tanrıyı göremez ve görmediği için onu kendi hayal gücünde yaratarak olduğunu varsayar ve ona inanır. İnkar edense karşıt olmaya ihtiyaç duymaktadır. İşi daha kolaydır. Tanrı'nın yokluğunun değil varlığının kanıta ihtiyacı vardır çünkü. O da bakar Tanrı'yı göremez ve göremediği için de basitçe inkar eder. Çok ince bir detay daha vardır burada görülmesi gereken. Her iki tarafta Tanrı kavramı sayesinde korkuları ile baş ederler çünkü. İnanan nefsinin ona fısıldadığı günahları işlemekten Tanrı'nın buyrukları doğrultusunda kaçınmaya çalışır veya işlerse de akabinde tövbeye yani Tanrı'nın affediciliğine sığınır. İnkarcı da aynı toplumda aşağı yukarı aynı toplumsan doğru ve yanlış öğretileri ile büyümüştür ve nefsi ona da aynı günahları fısıldarken vicdanı yasaklar. O ise nefsinin vicdanına galip geldiği durumlarla zaten cezalandırıcı bir Tanrı'nın var olmadığı fikrine inanmaya çalışarak baş etmeye çalışır. İnanmaya çalışarak diyorum çünkü inkar eden de eninde sonunda bir inanandır. Bu kadar çok insanın dilinde olan Tanrı'nın varolmadığına inanan biri. Ve inanmanın her türlüsü çaba gerektirir. İnanç beslenmek zorundadır. Kişi inançlı kalmaya devam etmek için çaba göstermek, zihinsel enerji harcamak zorundadır. Ancak anlayış yani gerçekten biliş veya görüş çaba gerektirmez. Birşeyi tam olarak anladığınızda onu kesin olarak bilirsiniz. O bir varsayımsal kabul yani zihne her an düşebilecek şüphelere karşı savunulması ve beslenmesi gereken bir inanç meselesi değildir. O apaçık bir gerçektir. Ama gerek inanan gerekse inkar edenler için Tanrı kavramı anlaşılmış, tam olarak kavranmış bir mesele değildir. Onlar kendi yüzeysel bakış açılarından henüz Tanrı'yı bilme değil kesin olarak bilmeme durumunun açık isbatı olan ona inanma veya onu inkar etme seviyesindedirler.

İnsanlığın neredeyse tamamına yakını bu haldedir. Doğaldır. Yalnızca iki gözüyle bakmayı bilen yalnızca iki gözünün gördüğü kadarını bilir. İki gözünün göremediğini yok saymakta kendince haklıdır bu kişi. Ötesini görmek için farklı bir görüş gerekir. Henüz bu görüşe erişememiş olan da haklıdır kendince böyle bir görüş olduğunu inkar etmekte.

Ancak uçsuz bucaksız evrende kör gözlerle zifiri karanlık içinde çok derin bir korku yükselir. Bir şeye tutunmak zorundadır kör kişi bu karanlık içinde yolunu bulmak için. Bu korkuyla, yazının başında da kısaca değindiğim gibi, bir grup tapınmak için kendine hayali kadir-i mutlak tanrılar yaratırken daha rasyonel olan diğer grup bel bağladığı bilimi tanrılaştırmaktadır. Bir kör için, tehlikenin nereden geleceği belli olmayan bu karanlık dünyada, korkuyu unutmanın başka bir yolu mümkün değildir. Böylece iki tip kör bastonu yaratmıştır kendine kör insanlık. Korktuğu hakikatle direk yüzleşmemek için araya bir tampon olarak bu bastonları koymuştur. Din inananların bastonu, bilimse inkarcıların bastonu olmuştur.

Bu da ayrı bir meseledir. Bugün insanlığın gelişim adını verdiği sürecin gerek insanlık gerekse Dünya ve üzerinde ki tüm diğer canlılar üzerinde yarattığı tahribat ortadadır. Bunda din ile bilim arasındaki kopukluğun hatta çatışmanın büyük rolü vardır. Bu bölünme aslında insanın içinde ki bölünmenin dışa yansımış halidir. İnsan akıl ve vicdan olarak ikiye bölünmüş durumdadır ve bu yüzden de kaos içindedir, huzur bulamamaktadır. Birlik ve bütünlüğün yitirilmesi dengenin de yitirilmesi anlamına gelir. Bugün insanlık tek kanatla uçmaya çalışan iki gruba bölünmüş durumdadır. Ne din gerçekten dindir ne de bilim gerçekten bilim. Ortalık sözde din ve bilim adamlarından geçilmemektedir. Maneviyattan yoksun bir bilim topal, bilimden yoksun bir maneviyatsa kördür. Bilim ancak maneviyata sahip olursa gerçekten bilim ve maneviyat bilim haline gelirse gerçek bir maneviyat olur. Ve her ikisine de sahip olan komple insanlar kaybettiğimiz ışığı Dünya'da  tekrar yakarak bizi aydınlatabilirler.

Ama bu gerçek göz ardı edilir ve bölünmüş insanlık tek kanatla uçmak için çırpınır durmaya devam eder. Ve şimdi körler ülkesinde yaşamak zorunda olan sana gelelim tekrar. Bir kanadı kırık diye bunların, sen de neşe içinde uçamazsın yanlarında.

Bilmelerinden değil psikolojik ihtiyaçlarından kaynaklanır inanma ve inkarları.

Henüz kendileri havalanamamışken daha, uçanlara tahammülü yoktur onların. Birinin uçtuğunu gördüklerinde bir kuşku doğar içlerinde, acaba ben sakat mıyım diye. Ancak çok azın çok azı düşer bu kuşkunun peşine. Kalan çoğunluksa hem reddeder, hem de yalnızlığa mahkum ederler seni. Aşağılanmış hissederler yanında çünkü, aklından bile geçirmemiş olduğun halde bunu. Senin tasasız, endişesiz, sebepsiz, yarın kaygısız, zamansız sevincin ve neşen ve arka fonda dalgasız bir deniz gibi hiç kaçmayan derin huzurun ve bunların yüzündeki yansıması yeter onları çileden çıkarmaya.

Aşağılık kompleksi yarattığın için onlarda kabul edilemez varlığın. İşte bu en katlanılmaz duygudan kaçınmak için inkarcılar senin hayalci, zayıf ya da rasyonel kavrayış için yeterince zeki olmadığını söylerken inananlarsa kafir ya da kör olduğunu söylerler.

Halbuki, henüz dünyaya doğmamış olan hakikat güneşini ne bilimin ne de dinin ödünç gözleriyle değil kendi deneyimlerin ve sezgilerinle çok erkenden görmeye başlamışsındır sen. Gel gelelim vaktinden önce öten horozun durumuna düşersin eğer gördüklerinden bahsedersen. Onlar için o güneşin doğmasına daha çok zaman vardır çünkü.

Hakikati söyleyenler affedilmez onların dünyasında.

Mesela Tanrı'ya ancak inanabilirsin ama O'na asla erişemezsin onların gözünde. İnsanın tanrısal nitelikler kazanabilmesi asla mümkün değildir onlara göre. Çünkü kendilerinin asla mistik bir deneyimi olmamıştır, onun için de bilemezler. Bilmedikleri için ancak hakkında düşünürler ve düşünmekle de kavrayamadıkları için ya inanca ya da inkara sığınırlar. İnanca sığınırlarsa eğer, bir kutsiyet atfederler cehaletlerine ve tabuya çevirirler varsayımlarını. Büyük bir kalabalık bunu yaptığı için takip eden nesiller diğerlerinin bir bildiği olduğu fikrine kapılırlar. Ve herkesin bildiğini bilmiyor durumuna düşmemek için onlar da inanca konu olanı sanki biliyormuş gibi yaşarlar. Halbuki deneyimlemeden bilmek mümkün olamaz. Sorgulamaya son vererek inanmayı seçmeleri kesinlikle bilmeden kalmaya sebep olur. Görmezler bunu ve hatta bakmaktan dahi korkarlar o tarafa. Buna rağmen hakikatle ilgili ezbere dayalı ahkam kesip durular. Öte yandan birliğe gark olan kişinin En-El Hak demesi ise onların lügatinde Tanrı'ya ortak koşmaktır, sapkınlıktır.

İnkar edenlerin dünyasında ise sözde dinin yerini sözde bilim almıştır. Gerçek olduğu bariz olarak hissedilse dahi deneylerle ispatlanarak bilimsel kabulden geçmeden önce senin kabulünden geçerse onların gözünde teoriden öte olmayan bir şey, sen dahi bilimsel oldukları iddiasında olan bu sözde inanmayanların gözünde batıla saplanmış bir inanansındır artık ancak.

Ampirizm ve determinizmi kökünden sarsmakta olan kuantum fiziğinin son bulgularını, yine klasik anlayışla yorumlayıp, gözlemcinin varlığı yüzünden objektif sonuçlar vermeyen bu bulguların yanlış anlaşılmakta olduğunu savunarak muhafaza etmeye çabalarlar görmek istedikleri şekilde gördükleri sözde gerçekliklerini. Onlar sabitler isterler. Çözüp kendisinden yararlanabilecekleri değişmeyen sabit yasalar isterler. Böylece bilimlerini onların üzerine tesis ederek kaderleri üzerinde kontrole sahip olmayı umarlar. Ancak araştırmalar derinlere indikçe atom üstü alemde geçerli olan yasalar atom altı alemde geçersiz olmakta, her şey bir gizem perdesine bürünmektedir. Kesinlikler kaybolur. Her şey gözlemcinin bakış açısına göre şekillenmeye başlar. Maddenin bilincin emrinde olduğu, hatta maddenin katılaşmış bilinç olduğu aşikar olur. Ancak bu göstergelere rağmen kendilerinin her şeyin uzantısı olduğunu, her şeyle bir olduklarını, her şey olduklarını bir türlü göremez inkarcılar. Gözlenenin gözleyenden ayrı olmadığını, gözleyenin kendine baktığını göremezler. Benlikleri perdedir gözlerine.

Ve bu yüzden;
Bilimin, yukarıda süper teleskoplarla ve aşağıda elektron mikroskopları ile durmadan aradığı, kuantum seviyesinde en azından hayretler içinde de olsa anlamaya başlamaya mecbur kaldığı, hedron hızlandırıcı ve çarpıştırıcıları ile acaba mı diye simule etmeye çalıştığı, maddenin doğasının ötesindeki tek gerçek olan bilince bu gereçler olmadan varabiliyorsan ve kendinde her şeyi ve her şeyde kendini hissedebildiğin için özünü kaybeden sözde dinlerin anlamadan vaaz ettiği Tanrı'nın Birlik olduğunu idrak edip Aşk ile O'nu gökte değil kendi varlığında hissediyorsan, insanı ve neticesinde insanlığı bölen tüm karşıtlıklar sende birleşiyorsa, o zaman sessizlik içinde tek başınalığından keyif almayı öğrenmelisin.

Yok eğer yürüdüğün bu yolun yolcularına hakikatin kapısını işaret eden bir parmak olmayı seçiyorsan, o zamanda dokuz köyden de kovulacağın garanti olduğundan kendine bir Onuncu Köy kurmak zorundasın.

volkan tankut
15 Temmuz 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder