31 Ekim 2014 Cuma

Hissetmedikçe Senin Gerçeğin Olmaz


Hakikate dair şeylere akıl erdirebilirsin ancak hissetmedikçe o senin gerçeğin olmaz. Belki de haklısın, işin mantığını çözdün ancak bu demektir ki sen çözdüğün şeyden ayrıksın. Örneğin birlik. Mantık olarak her şeyin bir bütün olduğunu ve tüm sorunun ego yanılgısından kaynaklandığını anladın. Ancak egon çözülmedikçe ve sen o bütünlüğe gark olup birliği hissetmedikçe o birlik senin için sadece bir bilgi olarak kalır, gerçeğin haline gelmez. Senin için gerçek olmaz, gerçekleşmez, senin kendi birliğin gerçekleşmez. Ancak içinde bir olduğunda dışında da bir olursun. Birliği deneyimlediğinde, onu içinde hissettiğinde, birleştiğinde gerçekleşir birlik ve gerçekleşirsin sen de. Gerçek kalır, bir olma deneyimi kalır senden geriye....

31 Ekim 2014
volkan tankut

Ne yapıyorsun? Var Oluyorum

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Kemal. "Var oluyorum" diye cevapladı adam. Birkaç saniyelik bir duraksamadan sonra gülümsedi Kemal ve "benzer işlerle uğraşıyoruz" dedi. Bu sefer meraklandı ve umutlandı adam ve bir soru edasıyla "yani?" dedi gözlerinin içine bakarak Kemal'e. "Ben de olmaya çalışıyorum" diye yanıtladı Kemal. "Yok olmaya çalışıyorum" Bu hoşuna gitti adamın ve "evet" dedi. "Bir ortak noktamız var", duraksadı sonra biraz ve devam etti "kibirli değiliz ikimiz de". "Sen galiba benden daha alçak gönüllüsün" dedi Kemal. Yine sorar bir ifade oluştu adamın yüzünde. "Sanki senin yaptığını yapabilmişim de sonra vazgeçme ukalalığına girmişim gibi hissettim kendimi" dedi Kemal bunun üzerine ve ekledi "beni kendime getirdin".

30 Ekim 2014 Perşembe

Biri Yer Biri Bakar Kıyamet Bundan Kopar

Öyle bir kitap yaz ki adı; NE VARSA İÇİNDEDİR olsun.

Herşey birbirine bağlıdır. Denge, alış veriş, kâr ve zarar, bilinç (ruh) ve madde, kıyamet ve selamet, insan ve tanrı, yıldız ve karadelik...herşey birbiri ile bağlantılı bir bütündür.

Bugün insanlar kâra tapar hale geldiler. Kâr kutsallaştırıldı. Ticari kârı kastediyorum.

Hayatta kalmanın yolu alış veriştir. Bu adilane de olabilir adaletsizce de. Her iki tarafın da eşit fayda sağladığı alışveriş dengeyi sağlar. Fayda dengesi bozulduğunda kâr ve zarar doğar. Kim ki bu dengeye kasteder, bir vakit sonra denge onu alt eder. Tanrıdır denge.

Biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar. Ne demektir bu? Dengenin bozulması. Denge bozulursa var oluş o dengeyi tekrar tesise yönelecektir. (Neden buna yönelecektir? Bunu sonra tefekkür et ve açıkla)

Kehanetlerde geçen kıyametin ne zaman kopacağına dair bir tahminim var. Öncelikle söz konusu kıyamet evrensel değildir kanımca. İnsan ve onun dünyası ile sınırlıdır. Ve kritik eşik aşıldığında kopacaktır.

Nedir bu kritik eşik?

Özet olarak; İnsan ve dünyası birdir. İnsanda ki madde düşkünlüğü her geçen gün daha da artmakta ve insanoğlu anlamı yitirmektedir. İnsan zihninin gittikçe artan bir hızla makinaya benzeyerek içinde yaşadığı çevreyi de makinalaştırması, doğa ile bağlarını kopararak topyekün materyalize olması, madde ve anlam arasındaki dengeyi bozmaktdır. Yani bilinç kaybolmaktadır. Dengenin bozulması ile beraber kıyamet alametleri görünmeye başlamıştır. Maneviyat tamamı ile çöktüğünde yani materyalizm birlik bilincine tamamı ile baskın gelerek hakim olduğu anda materyalize olmanın yarattığı basıncı içten dengeleyecek anlam de yok olma noktasına gelecek ve yitirilecektir. İşte tam bu noktada olacak olanı şu basit cümle ile anlatmak uygundur. Mateyalizm anlamını tam olarak yitirecektir. Anlamını yitiren birşeyin yok olması kaçınılmazdır. Anlam ruhtur. Hiç birşey ruhsuz varolamaz. Böylece materyalizm ve onun tüm çıktıları, dünya üzerindeki tüm etki ve yansımaları, betonlaşan şehirler, kendisini besleyen tüm tesisler ile birlikte endüstri, tamamı ile kendi üzerine çökecektir. Bir nevi yer yarılacak ve bunların hepsini yutacaktır.

Başka bir yazıda açıklamış olduğum için burada tekrar açıklamasına girmeyeceğim bir gerçeği dile getirerek başlayayım bu eşiğin ne olduğunu daha detaylı olarak anlatmaya.Varoluş  madde ve bilinç olarak iki ögeden meydana gelmiş gibi görünmektedir. Oysa ki o bütünlük halinde bir oluştur. Madde ve bilinç birbirinden ayrı değildir, hiç bir zaman ayrılmaz. Madde göze görünen bilinç ve bilinç göze görünmeyen maddedir. Evrenin devinimi bir dengelenmedir. Var olan tek varlığın iki hali arasında ki dengeyi araması. İkinin bire doğru yolculuğu.

Maddenin en derininde yani temelinde bilinç vardır. Bu kimilerinin ruh dediği ancak hiç birimizin kaynağını ve sırrını bilmediği "kendinin farkında olma" halidir. (Farkındalığın doğası nedir?)

(Kaynağını ve sırrını bilemiyor olmamız bu "kendinin farkında olma" halinin yani farkındalığın bizim aslımız, öz varlığımız olduğunu gösterir. Biz olmadığımız her şeyi fark edebiliyoruz. Örneğin çoğunun sandığı gibi biz bedenlerimizden ibaret varlıklar değiliz. Öyle olsaydı o bedenin farkında olmazdık. Onun farkında olduğumuza göre, yani o fark edilen olduğuna göre biz fark eden olarak ondan ayrı, onun dışında, onun üstünde birşey olmalıyız. Biz zihnimiz de değiliz çünkü dikkatimizi verdiğimizde kendi düşüncelerimizin akışına da şahit olabiliyoruz. Demek ki biz düşüncelerimizin de üstünde birşeyiz. Aynı şekilde duygularımızın da farkına varabiliyoruz. Demek ki biz beden, akıl ve duygudan ibaret varlıklar değiliz. Bunların hepsinden ayrıyız. Biz bunların hepsine tanıklık edeniz. Ve bundan da öteye geçerek kendi tanıklığımıza tanık olduğumuzda biz en temelde, özde tanıklığız. Farkındalık. Farkında olma hali. Demek ki sırrını çözemediğimiz o ruh bizim özümüz. Biz o olduğumuz için, onun dışına çıkarak ona bakamıyor, onu göremiyoruz. Biz oyuz. Farkındalığın kendisi. Ve farkında isek ortada bir mevcudiyet durumu var demektir. Farkındalık vardır ve var olan farkındalıktır. Farkındalığın kaynağı 'olmaktır' ve olmak demek bunun farkında olmaktır. Saf farkındalık olduğumuz için ne doğduk ne de öleceğiz. Biz hep var olan ve olmaya devam edecek olanız. Biz var olma halinin kendisiyiz. Bir var oluşuz.)

Evrende herşey farkındalıktır. Çünkü öz tektir. Ancak insanın özelliği evrenin kendisi olduğunu anlama ve hissedebilme yetisine sahip olmasıdır. İnsan, doğasının saf farkındalık olduğunun farkına varabilme yetisine sahiptir. Bu özelliği ile kendi başına bir mikro evren olduğunun farkına varabilmektedir. Ve yine kendi varlığının tamamen farkına vardığı anda tüm varoluşun farkına varmaktadır. Kendisinde bu yetinin kemale ulaştığı insana İnsan-ı Kamil denir. İnsan-ı Kamil evrenin kendi kendine bakmasıdır. İnsan-ı Kamil herşeyi gören gözdür. Kendinde herşeyi ve herşeyde kendini gören bir göz.

(Bunu tam olarak anlamış durumdayım. Bir zamanlar bunu tam olarak hissetmiştim. Bugün hissedemiyor ancak anlıyorum. İkisinin aynı anda gerçekleşeceği zamanı iple çekiyorum ama anda zihin varolamadığı, çalışmadığı için bunun asla olamayacağını ve tekrar hissetmeye yönelmem gerektiğini, meditasyona başlamam gerektiğini biliyorum.)

Evren zerrelerden oluşmaktadır ve her zerre de denge halinde ki madde ve bilinçten oluşmaktadır. Bu o zerreyi var kılar. Nedir bir zerre? En küçük bütünlük. Gören göz için kainat bölünmez bir bütündür. Bu mana da kainat bir zerreden ibarettir. Ancak kıyamet görmeyen gözler yüzünden daha doğrusu görebildiği halde bakmayan gözler yüzünden kopacağı için bu yazıda zerreyi dünya gözü ile bakıldığında maddenin en küçük hali olarak alacağım.

Yakın zamana kadar bilimin Atom dediği şey olarak bilinirdi zerre. Atom bölünmeyen en küçük bütün anlamında kullanılırdı. Ancak bilimin atom dediği şey meğerse atom değilmiş, biz henüz o en küçüğe ulaşamamışız. Çünkü bugün o atomun altında dahi bir evren olduğu biliniyor artık. Her gün yeni bir atom altı parçacık keşfediyor bilim adamları. Ne yukarı ne de aşağı doğru bir sonu olduğunu sanmıyorum kainatın.

Konuya daha da derinlemesine girmeden önce zerreden neyi kastettiğimin tam olarak anlaşılması gerekmektedir. Madde değildir zerre. Hem madde hem de bilinçtir ama iki kısımdan oluşmuş da değildir, o bir bütünlüktür. Madde gözle görülür bilinçtir ve bilinç gözle görülmeyen maddedir.

İnsan da bu zerrelerden meydana gelmiştir. Zerrelerin henüz bilinen en kompleks dizilim kombinasyonuna sahiptir. Bu kümeyi oluşturan zerreler arasında öyle bir ilişkiler ağı oluşmuştur ki, bu durum zerrelerin tek tek sahip olduğu bilincin çok ötesinde zerreler arasında bir kolektif bilinç doğurmuş ve bu da kümenin bütününe özgü, kümeye has bireysel bir üst bilinci doğurmuştur. Zerreler arası ilişkilerden zuhur eden bu bireysel üst bilinç yüzünden bu zerreler kümesi etrafını saran zerrelerden ayrı bir kimlik kazanmış ve insan dediğimiz bireysel bütünlük veya ünite haline gelmiştir. Aynen bir zerrenin hem madde hem de bilinç olması gibi, insanda böyledir. Madde ve bilinç olan zerrelerden oluşan kümülatif bir madde ve bilinç hali. Zerrelerin bilinci toplu halde ruhunu oluştururken, aynı zerrelerin madde özelliklerinin bütünü de bedenini oluşturur.

Hal böyle iken bilinçli bir uyum içinde ki zerreler kümesi olan insanların aynı zerreler gibi kendi aralarında ki uyumlu birlikteliğinin neler meydana getirebileceğini bir hayal edin. Tüm bu durumun işleyişinin farkında olarak, insanların birbirleri ve doğa ile uyumlu birlikteliklerinin nasıl bir dünya yaratabileceğini hayal edin.

Mikrodan makroya doğru zerrelerin dalgalanması olan evrende uyum aynı karadeliklerde olduğu gibi, insan dediğimiz dizilim meydana geldiğinde de sekteye uğrayabiliyor. Çok nadir de olsa uyumu sekteye uğratmayan istisnalar var ancak geneli konuşuyorum. Bu meyanda acaba insan evrenin kanseri olabilir mi? Kendi içinde dengeyi tesis edemediği için etraf ile de uyum sağlamayı başaramayan insanın bu hali ile evrene yayıldığını hayal edin. Dünya'nın başına getirdiğimiz felaketlerin hepsini evrenin başka taraflarına da taşıdığımızı. Buna kanserin yayılmasından daha uygun düşen bir tanım olabilir mi?

(Şehirden ve doğadan ve doğada yaşayan toplumlardan uzun süreli video filmi çekip (5-10 sene mesela) onu hızlı oynat ki insanlar yaşamın bir dalgalanma olduğunu daha net anlayabilsin. Çevresinin insanın kendi bilincine göre geliştiğini anlayabilsin. Ruh ile doğa ile bağını kopararak materyalize olan bir toplumun gerek çevre gerekse davranış olarak gittikçe betonlaştığını ve ruh ile bağını koparmadan doğa ile iç içe yaşayan bir toplumunsa huzurla aktığını görebilsin. Kendisi nasıla her şeyin de öyle olduğunu anlayabilsin insan. Nasıl dokunursa kendisine de öyle dokunulacağını anlayabilsin.)

İnsan da bu zerrelerden meydana gelmiştir. Zerrelerden meydana gelen diğer her şey gibi insan da gelip geçicidir. Maddeye has çürümeye tabidir. Madde olarak tabir edilen her şey aslında maddenin özü olan bilincin uzamın belli bir yer ve zamanında aldığı hallerdir. Madde ve bilinç (zerreler) birlikte dalgalanmaktadır ve baktığında dalgalanan okyanusu göremeyen her göz yalnızca dalgalar görür. Görece yavaşlık yüzünden dalgalanmayı yani hareketi fark edemeyen göz, gördüğü manzaranın sürecin bir bölümü yani filmin içinden bir kare olduğunu anlayamaz ve gördüğü şeyi durağan katı bir madde olarak algılar. Bu kısıtlı algısı yüzünden yemin etse başı ağrımaz.)


Ancak varoluşun insan dediğimiz durumunun içeriği öyle bir atomlar dizilim ve ilişkisidir ki, öyle bir kombinasyondur ki, bu atomlar kümesinin bütününden zerrelerin tek tek bilinçlerinin ötesinde kümenin bütününe özgü bireysel bir üst bilinç zuhur etmiş ve böylece ayrım oluşmuştur. Kanımca, bir toprak parçası, bir bakteri, canlı bir çalı, bir ağaç, bir elma veya bir geyik, dünyadan ve dolayısı ile varoluşun bütününden ayrı hissediyorsa dahi kendini, bu insanın ki kadar keskin ve kati olmasa gerektir. Evet benlik duygusundan bahsediyorum. Bilim adamları benlik bilincinin insan gelişiminin hangi aşamasında vuku bulduğunu araştırıyorlar. Her gün yeni bilgiler gün ışığına çıkıyor. Bilincin oluşumunun bir süreç olduğu düşünülüyor. Bence bırakın ana rahmini, fetüsü veya doğum sonrası evreleri, sperm yumurtayı döllediği ilk anda meydana gelen reaksiyonun bilinci, hem spermin hem de yumurtanın bilincinden farklı ve daha geniştir. Bu da vücuda gelecek olan varlığın bilincinin çok daha öncesinden beri var olduğunu düşündürmektedir bana. Sanki varolan bir ruh kendini ifade etmek için uygun bedeni arıyormuşçasına. Bilim araştırıyor henüz. Bilinç, sperm yumurtayı döllediği anda mı, yoksa rahimdeki daha ileri aşamalar da mı, doğduktan sonra mı, doğumdan bir kaç yıl sonra mı oluşuyor? Tam olarak bilemiyoruz diyorlar.

Evren senin vasıtan ile de ve hatta senin vasıtan ile (herkesin varolmasına sebep bu) dengeyi tesis etmeye çalışmaktadır. Sen sen olmadığını anlamak zorundasın. Sen evrensin. Sen herşeysin. Sen varolan tek şeyin parçası bile değilsin, sen O'sun. Ancak bunu hissettiğin zaman onun gücüne sahip olursun.

AŞK

AŞK

Ben, Ben, Ben...

Tek kelimeden ibaret uzun bir tekerlemedir ham insanın ömürü; Ben, ben, ben...

Ham ömrün özeti tek kelimedir; Ben.

30 Ekim 2014 / Yeşiköy - İstanbul
volkan tankut

Almadan Veren Sevgi

Sevgi yeter herşeye. Aş olur karnını doyurur, nasihat olur aklını doyurur, ilgi olur ruhunu doyurur. Sev ki, sevgi çoğalsın. Sev ki sevilesin. Çünkü almadan veren bir sevgili yoktur bu dünyada, anneden başka.

30 Ekim 2014 / Yeşilköy - İst
volkan tankut

Hangi meyve oldu da hem dalında kaldı.

Hangi meyve oldu da hem dalında kaldı.

30 Ekim 2014  - Yeşilköy / İstanbul

29 Ekim 2014 Çarşamba

Nedir En Kıymetli Olan?

Nedir en kıymetli olan şunların içinde? Yiyecek mi, bilgi mi, ilgi mi yoksa zaman mı? Neye ve kime göre mi diyorsun? İhtiyaç değil midir temel kriter. Belirleyerek öncelikleri sıraya sokmaz mı tüm değerleri? Ve kime göre-ye gelince. Değerler yarışırken safiyetten başkası hakemlik edebilir mi? Kimdir, nedir peki en saf olan? Çocuk. Peki nedir bir çocuğun en temel ihtiyacı? Bir cevaba yeltenmeden önce, nedir bir çocuk, ona bakmalı bence. Beden, zihin ve ruh. Bu üçü ayrılmaksızın bir aradadır her canlıda ve tabi bir çocukta da. Yiyeceksiz sağ kalabilir mi bedeni? Bilgisiz çalışır mı zihni ve akılsız hayatta kalabilir mi? İlgisiz beslenebilir mi ruhu, ruhsuz yaşam olur mu? Ve zaman. Zaman olmadan bunların hiç biri mümkün olur mu? Peki ne çıkar ortaya yiyeceği, bilgiyi, ilgiyi ve zamanı karıştırdığınız da? SEVGİ. Nedir sevginin tükenmez kaynağı? ANNE. Zaten yaşamın kaynağı da anne değil mi? O ilk dokuz ay tüm varlığı ile kendini adadığı kutsal bir zamandır. Vücudunu gıda yapar ona, tüm bilgisini ve ilgisini odaklar. Sevginin kendisi olur anne ve doğduktan sonra da çocuk, sevgi olarak kalır anne. Yiyeceğin, bilgeliğin ve ilginin tükenmez kaynağı olarak, ta ki nefes almaya devam ettikçe...

30 Ekim 2014 / Yeşilköy - İst
volkan tankut

Hayvanlardır Şu Dünya'da İnsan Gibi Yaşayan

Bazen öfke anında gaflete düşüpte "hayvan oğlu hayvan" der ya hani insan. Aslında hayvanlardır şu Dünya'da gerçek anlamı ile insan gibi yaşayan ve pek az var bu hayvanlar gibi yaşayabilen insan. Şu arıların, karıncaların bütünün faydası için adanmışlığına bak. Şu milyonlarca kafanın ortak akılla işleyişine bak. Şu fillerin, bufalloların, zebraların, saymakla bitmeyecek nicelerinin sürü içi dayanışmalarına bir bak. Vahşet nerede hani? Yırtıcı denenlerin dahi sözde vahşeti yalnızca açlık gidermek ve hayatta kalmak için mecburiyet gereği. Hangi hayvanın ihtiyaç dışı avlandığı görülmüş ki? Ve her hayvan ne ise odur hep, ikilik yoktur içlerinde. Asla bir ceylan gibi davranmaz bir kaplan. Her tür diğerinin ne olduğunu bilir ve atar adımlarını ona göre. Bu prensip üzere oturmuştur ormanın beslenme zinciri dengeye. Lakin gerçekten insan oluncaya dek iki kişidir her insan tek bedende. Bu yüzden içi dışı birken her hayvanın, çatal dillidir gerçekten insan olmayan her insan işte. Hepsinin en zekisi geçine dursun, aslında tek aptal olan insandır türler içinde. Açgözlülüğü yüzünden o keser bindiği dalı çünkü sadece.

29 Ekim 2014 / Yeşilköy - İst
volkan tankut

O Kutsal Emanetin, Cumhuriyetin Çarkını Döndürmeyi Biz Hiç Başarabildik mi ki?

Bugün kaybetme korkusuna kapıldığımız emanetin, o cumhuriyetin çarkını döndürmeyi biz hiç başarabildik mi ki?

Gerçek ihtiyacın ne? Vatan, bayrak, cumhuriyet ve demokrasi mi yoksa bunların temsil ettiği özgür ve onurlu yaşam mı?

Peki bugün Dünya'da ihtiyacın olan o özgürlüğü ve saygıyı bulmanı sağlayan ne? Yukarıda ilk saydıklarım mı yoksa para mı?

Tabi ki para. Anında Dünya vatandaşı yapar seni yeterli para, her kapıyı açar sana.

Mantık sahibi olan kim itiraz edebillir buna?

Ancak bu konfor için çok fazla para gerekir. Peki alın teri mi bunun yolu yoksa kâr için her yol mübah mı? Kâr etmek ya da olmamak, işte bütün mesele bu değil mi artık bugün? Peki nedir kâr? Az verip çok almak değilse eğer? Haksız kazanç değilse. Dengeyi bozmak değilse. Ötekini eksilterek artmak değilse eğer. Eylem halinde ki aç gözlülük değilse nedir kâr?

Şimdi gelelim üzerinde bağımsızlığın simgesi olan bayrağın dalgalandığı cumhuriyetle yönetilen hür vatan toprağına tekrar. İşte değerini bilmemek onun, veriminden yüz çevirmek, ve gereğinden fazlasına tamah etmek böyle gözünü kâr büyümüş açgözlülere çevirir insanı. Budur vatan toprağının kutsal kabul edilmesinin asıl sebebi. Ona ne yaparsan kendi ruhuna da aynısı olur çünkü. Toprak ananın çocuklarıyız biz. Ruhumuz toprağın ruhudur. Ondan yüz çevirdiğimizde veya yitirdiğimizde onu, ruhumuzu da yitiririz. Ama ruhsuz yaşayamaz kimse. Hayatta kalmak için geriye kalan tek çare yerine yapay bir ruh edinmektir onun. Peki nedir yapay ruh? Para. Boşuna "canlı" demezler ona. Paraya tapar hale geliriz korkunun sebep olduğu kâr hırsı ile. Ve anlatmaya gerek var mı bu kâr hırsının insana neler yaptığını zaman içinde?

Kendi kendinin efendisi olan bir halk ve hür vatan toprağı. Ekmek gibi su gibi sahip çıkarsa halk cumhuriyete ve ekip biçerek yönelirse toprağa doymak ve doyurmak için, o zaman ekmek olur su olur, yaşatan herşey olur o vatan toprağı, kutsiyeti ile tam bir güvence olur o millete.

Ama başka bir şey oldu.

Milletler kendi vatan topraklarının üzerinde, içi boş ama renkli yaşam tarzı masalları ile uyutuldular bir grup ruhunu şeytana satmış para cambazı asalağın yaptığı kurnaz ayarlamalarla. Renkli rüyalar gördük ve pek çok ihtiyaç dışı arzular uyandı içimizde. Bunlara tamah ederek unuttuk bizim sadık yarimizin kara toprak olduğunu ve onun bize verdikleri ile doymayı. Yüz çevirdik topraktan. Bugün hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak hayallerimizin peşinde koşarken, global elitler denen bir grup azınlığın lüksünü ve hegamonyasını besleyen bir düzene enerji üreten dev bir çarkı çevirmeye devam ediyoruz. Emeğimiz, kanımız ve canımızla. Onların yeryüzü cenneti, yeryüzünü cehenneme çevirdi bizler için. Tanrılar ticaretleri için kan istediğinde bizler rutinimizin içinde haberlerden öğreniyoruz aramızdan askerlik sırası gelmiş olan talihsiz cenazelerin isimlerini. Bizlerin çoktan yüz çevirdiği vatan toprağının bütünlüğü için yiten canları.

Kanla beslenen vampirler gülerek izliyor yukarıdan ve şöyle mırıldanıyorlardır herhalde çıkarlarını hesaplarken; "Kurduğumuz tuzağa düşüpte tüketim alışkanlıklarınızın esiri olalı beri, daha çok tüketmek için daha çok kazanma derdine düştüğünüzden beri, çoktan kopup unuttuğunuz, özde değil sözde önemsediğiniz bu toprakların kadrini ve verdikleri ile doymayı bilmiyordunuz zaten. Ve siz çoktan takas etmiştiniz özgürlüğünüzü o alıştığınız konforla. Şimdi bu neyin patırtısı?"

Ata'nın, cumhuriyetin, demokrasinin bayrağın ve bunların bize tahsis ettiği hür vatan toprağı ile hürriyetin gerçekte ne demek olduğunu, neden çok kıymetli olduğunu ve ne işe yaradığını iş işten geçmeye yakın anlamaya başladık bizler. Varoldukları halde bunca zaman ne yaratabildik onlardan. Kalkınabildik mi, dört başı mağmur bir mutluluk ülkesi yaratabildik mi? Taş üstüne taş koyabildik mi? Barışın sembolü olabildik mi? Örnek olabildik mi?

Bugün kaybetme korkusuna kapıldığımız emanetin, o cumhuriyetin çarkını döndürmeyi biz hiç başarabildik mi ki?

29 Ekim 2014 / Yeşilköy - İst
volkan tankut

28 Ekim 2014 Salı

İnsanın Gerçeği Nedir?

Nesin sen? Gerçekte nesin sen? O beden misin? Olamaz çünkü bedeninin farkındasın. Onun fakında olduğuna göre o olamazsın. Peki aklın mısın? Ama aklından geçen düşünceleri de biliyorsun. Onları bildiğine göre sen aklın da olamazsın. Gördüğün, farkına vardığın hiçbir şey olamazsın sen. Onların dışında onlardan ayrı birşey olmalısın. Peki ne kalıyor geriye? Tanıklığın. Farkında olma durumunun kendisi. Farkındalıktır senin gerçeğin. Özde saf farkındalıksın sen. Özünün yani farkındalığının farkına vardığında, benlikten azade olup bütünlüğe kavuşacaksın. Sonsuz ve sürekli bir akış olan varoluşa gark olacak, onunla bir olacaksın. Benliğin onda yok olacak ve böylece her şey olacaksın. Farkındalığının farkına varan için ölüm ölüm olmaktan çıkar. Benlik yanılgısından kurtulan, yani ölmeden önce ölen, öldüğü zaman ölmez.

28 Ekim 2014 / Yeşilköy - İst
volkan tankut

İnsan Nedir, Hakk Nedir?

Henüz bizden daha zeki varlıklarla karşılaşmamış olduğumuz için şimdilik insan bilinci için evrensel bilincin pik noktasıdır diyebiliriz. İnsan bilincinin en yüksek potansiyeline ulaşması anlamına gelen aydınlanma durumu, birçok farklı kültürün bu duruma verdiği birçok farklı isim içinden en popüler olanı ile tabir edecek olursak Nirvana'ya ulaşma durumu, bilebildiğimiz kadarı ile şu anda evrende ki en yüksek farkındalık durumudur. Bu durum, farkında olan ile farkında olduğu ve farkındalığı arasındaki ayrımların yok olarak hepsinin bir olduğu saf farkındalık hali olarak bilinmektedir. Empatinin son noktasına ulaşarak var olan her şeyde kendini ve kendinde tüm varoluşu hissetmek sureti ile benliğin tam olarak çözülmesi, böylece bilincin ikilemden kurtulup birliğe ermesi ve bir bütün haline gelmesi demektir. Bu durumda geriye saf farkındalık deneyimi kalmaktadır.

Asıl önemli olan evrenin, hatta daha geniş bir ifade ile tüm varoluşun, aldığı hallerden biri olan insan olma hali ile birlikte, düşükten yükseğe farklı seviyelerde titreşen bilinçten yani farkındalıktan ibaret olduğudur. Örneğin biber, insana göre evrenin daha düşük farkındalığa sahip bir titreşim sürecine verdiğimiz addır. Bilinci kendinin farkında olma durumu olarak kullanıyorum. Bu meyanda var olma durumunun özü bilinçtir. Doğasında sürekli genişlemek arzusu olan bilinç bu durumu titreşimlerinin daha fazla titreşimle rezonansa girmesi vasıtası ile yansıtır veya tatmine ulaştırır. Varoluşun özü bilinç veya başka bir deyişle farkındalık olmasaydı, var olma durumunun bilincine veya farkına nasıl varabilirdik? Bu bağlamda en temel katmanın bir üstünde bir prensip olarak tek var olan şey, kendinin her an daha fazla farkında olma arzusu ve bu arzunun tatmin edilişidir. Devinimi yaratan motor prensip budur. Arzuyu duyan ve tatmin eden aynıdır. Kendi sonsuz arzusunu kendisi vasıtası ile sonsuz tatmine ulaştırma durumu sonu gelmeyen bir titreşim okyanusuna karşılık gelmektedir. Titreyenin, titretenin ve titreşimin aynı vardan var olduğu bir durum. Ve gidişat sonsuz çeşitlenme sayesinde oluşan sonsuz arzunun aynı anda sonsuz tatmin ile buluşması olan sonsuz saadet durumunun deneyimine doğrudur. Bu itki evreni bir noktada insana evirmiştir. İnsan vasıtası ile varoluş bu nihai ve kalıcı tatmin haline, sonsuz saadet noktasına yani dengeye varmayı amaçlamakta olsa gerek. Bu devinim, evrendeki her zerre süper bilince yani Nirvana'ya varıncaya kadar sürecek kanaatindeyim. Prensipte ki bu arzu ve onun tatmin edilmesi durumunu süper pozisyon haline geçme eğilimindeki kuantum dalgaları olarak düşünmek de mümkündür ve hatta olayın fiziksel karşılığı bu olsa gerek. Evrenin beş duyumuzla algıladığımız hali; girişim dalgalarından ibaret bu kuantum okyanusunun beynimiz tarafından yeniden kodlanarak daha kolay anlaşılır imgelere dönüştürülmüş şeklinden, yani beynimizin ürettiği bir holografik modelden başka bir şey olmasa gerek. Aslında olan, sayısız farklı frekanslarla dalgalanmakta ve sayısız girişim dalgası oluşturmakta olan sonsuz büyüklükteki bir tek ışık okyanusu olsa gerek. Veya titreşimleri ses olarak yorumlayıp onu bir ses okyanusu olarak ta kabul edebiliriz. Titreşimlere ne ad verildiği önemli değildir önemli olan bir sonsuz devinim, bir sonsuz titreşim okyanusu olan varoluşun asla değişmez bir sabitin, bir fonun varlığına ihtiyaç duymasıdır. Değişim ancak bir değişmeyenin varlığında mümkün olabilir. Bu değişmez sabit ise bir yandan var oluşun kumaşından olmalı çünkü var olandan başkası yoktur ve diğer yandan da varlığa fon teşkil edebilmek için yok hükmünde olmalıdır. Bu durum en temel prensibin farklı titreşim seviyelerinde tecelli etmesi durumudur. En yüksek seviyede bu prensip varlığı hiç değişmeyen, mutlak sabit olarak var olmaktadır. Bu, dalga boyları sonsuz kısalığa ulaşırken frekansın sonsuz hıza ulaşması sebebi ile titreşimin görece düz çizgi misali sabit bir durum yaratması olayıdır. Buna daha anlaşılır şekilde madde ve enerji evreninin veya maddi ve enerjik boyutun sonu diyebiliriz. Bu sabite göre daha düşük frekanslı titreşimleri enerji ve görece daha da düşük frekanslı titreşimleri ise madde olarak algılıyoruz. Ancak algılayabildiğimiz her şeyi bu değişmez fon sayesinde algılayabiliyoruz. Limiti mutlak sabite giden bu değişmeden kalma hali kanımca manevi jargondaki Hakk kavramına karşılık gelmektedir. Nasıl ki ışık hızı maddenin kütlesinin sonsuza genişleyerek enerjiye dönüştüğü varsayılan eşik ise, bu nokta da kanımca, enerjinin, varoluşun en temel ve derin katmanı olan saf bilince dönüştüğü eşik olan hiçlik noktasıdır. Realitenin en derin ve yoğun olduğu hali, henüz tecelli etmemiş saf ve sonsuz potansiyeli, bir başka deyişle tohumu, yani en temel prensibi olan hiçliktir. Bir kara delik gibi. Ve varlık bu hiçlikten zuhur etmektedir. Tüm var oluş yokluğa göre vardır. Varoluşun merkezinde hiçlik vardır. Mutlak değişmez oluşu ile titreşimi, böylelikle değişimi ve devinimi yani var oluş durumunu ve tüm varoluşu mümkün kılmaktadır. Bir dingile geçirilmiş olan bir tekerleğin dönebiliyor olmasını merkezindeki boşluğa borçlu olması gibi.

İlk denememdeki giriş bölümünün devamı:
Kâinatı var eden prensibin aynası olmak üzere vücut bulmuştur insan. Bu prensip; varlığı mutlak değişmez olan Hakk'tır. Tüm kainat, Hakk'ın insan vasıtası ile tam tecellisine ortam teşkil etmek için yine Hakk'ın farklı titreşim seviyelerinde vücuda gelmesidir. Yaratılanlar yaradandan ayrı değildir. Bölünmeler yoktur. Birlikten başkası yoktur. Bu bölmeler yalnızca birliği olduğu hali ile kavrayamayan sınırlı insan zihninin olanı kavrayabilmek, anlayışına sığdırabilmek için kullandığı kifayetsiz yöntemlerdir. İnsanın tüm algıları ile algılayabildiği her şey tek bir unsurun, Hakk'ın aldığı sürekli değişen hallerdir. Kainat veya başka bir deyişle var oluş o tek unsurun varlık aynasında ki yansımasıdır. O kendini yine kendinde yansıtır. Yansıtan da yansıyan da ve yansıma da kendisidir. Bir dalgalanmadır. Var olan her şey odur. Her şey kelimesi anlamsızdır. Çünkü birbirine bağlı olmayan, birbirinin uzantısı olmayan, birbirinden ayrı olan şeyler yoktur. Bu zihnin yanılsamasıdır. Varoluş nesnelerin bir aradalığı değildir. O süre giden bir eylemdir. Sonsuz ve bütünlük halinde bir akıştır. Kainatı nesnelerden oluşuyormuş gibi görmek algının kifayetsizliğidir. Belli bir zaman diliminde belli bir yere yönelen bakışlar kesintisiz devam etmekte olan değişim ve dönüşümü fark edemeyebilir. Ancak uzun süre bakıldığında bu değişiklik mutlaka fark edilecektir çünkü varoluş sürekli yeni haller ve şekiller almaktadır. Bütün formlar geçicidir. Sabit bir form yoktur. Form denen şey, süre giden oluşun belli bir yer ve zaman içinde aldığı şekilden ibarettir. Gözlem için fotoğraf değil video çekmek gerekir. Aslolan dalgalanmadır. Hakk bu sürekli devinime fon teşkil eden değişmez sabittir. Varoluşu mümkün kılan temel prensiptir. Onun mutlak sabitliği, oluşu mümkün kılmıştır. Hakk mümkünatı doğurmuştur.

28 Ekim 2014 / Florya Belediye Tesisleri - İst.
volkan tankut


Bilgi Ağacı'nın Yasak Meyvesi

Varoluş sonsuz bir bütünlüktür. Her şey birbirine bağlıdır. Varoluşa daha derinlemesine bakıldığında her şey kelimesi dahi anlamsızlaşır. Her şey derken ortada birbirinden ayrı birçok şeyin olduğunu varsayarak bunların tamamını kastediyoruzdur çünkü. Halbuki tek bir şey vardır ortada. Ve hatta o tek şey ve bulunduğu yer ve zaman ve bunun farkında olan dahi birbirinden ayrı şeyler değildir, hepsi bir bütün olarak var olmaktadır. Varoluş bir bütünlük, sonsuz bir devinimdir. Ne zaman ki insan, varoluşun bütünlüğünden kopmasına sebep olan benlik fikrine kapılır, işte o zaman sonsuz yaşamı kaybederek ölüme mahkum eder kendini.

Yaşam ağacının meyvesi; varoluşun bütünsel sonsuz akışına tabi olma durumunu yani sonsuz yaşamı sembolize ederken, bilgi ağacının meyvesini yemek ise benlik yanılgısına düşerek bütünden kopuşu, akış iken, süre giden bir fiil iken, kendini sınırları olan bir nesneye indirgeyerek maddenin yasalarına hapsedip ölümlü hale sokmayı simgeler.

Kökü, gövdesi, dalları ve yaprakları ile bir ağacı düşünün. Bu ağacın üzerindeki yapraklar tıpkı gövde gibi dallar gibi ağacın bir bölümü, onun bir organı değil midir? Hal böyleyken bir yaprağın benlik duygusuna kapılarak kendisinin ağacın bir uzantısı olduğunu unuttuğunu varsayın. Bu durumda ne olacaktır? Yaprak, varlık sebebi ve kaynağı olan ağacı unuttuğu anda artık müstakil bir varlık olarak algılamaya başlayacaktır kendini. Varoluşun sonsuzluğu içinde köksüz yapayalnız kaybolmuş bir varlık olarak. Ve doğal olarak her şeyi de kendisi gibi ayrı görecektir birbirinden. Etrafa baktığında bir bütünlük olarak değil, birbirinden ayrı kopuk nesneler olarak algılayacaktır her şeyi. Ve baktığında yine fark edecektir zaman içinde her nesnenin çürüyüp yok olduğunu. Ve bir yaprağın da maddeden ibaret olan vücudu kuruyup toprağa düşmeye ve ona karışmaya mahkumdur. Onun için ölüm artık kaçınılmaz olacaktır. Ölüm korkusu ile tanıştıracaktır bu durum onu ve canı için endişe duymaktan kurtulamayacaktır bir daha. Ölümü öldürmenin tek yolu o benlik yanılgısından kurtulabilmesidir artık. Uyansa görecektir gerçeği. Yaprağın derdine düştüğü can kimin canıdır? Ağacın değil mi? Yaprakta kim olmaktadır öyleyse? Bu nasıl bir gaflettir ki ağacı unutmuş ve benlik iddiası içine düşmüştür. Ağaçtan ayrı bir yaşamı olabilir mi bir yaprağın? Ve bu yüzden tüm benlik duygusunun bir yanılgı, bir yanlış fikirden ibaret olduğunu söylüyorum. Yaprağa hayat veren can ağacın canıdır. Ve ağaç da bir nesne değildir. O varoluşun belli bir süre zarfında aldığı bir forma verilmiş bir isimdir yalnızca. Bir vakit toprağa bir tohum düşmüş, sonra filizlenmiş, yeşermiş, fidan olmuş, zamanla büyüyerek bir ağaca dönüşmüştür ve zamanla kuruyarak tekrar toprağa karışacaktır. Sen bu oluşa bir isim verdiğinde, ona ağaç dediğinde, evet o zaman o ağaç bir gün yok olacaktır ancak onu varoluşun bütünlüğünden koparmamış olsaydın baktığında yalnızca varoluşun sonu gelmeyen devinimini, şekilden şekle, halden hale girişini görecektin. Ağaç varoluşun bir eylemidir, o durağan bir nesne değildir, hiçbir şeyin durağan bir nesne olmadığı gibi. Ağacın kökü toprağın içindedir, ona bağlıdır, toprağın bir uzantısıdır. Bu meyanda ağaca hayat veren can da toprağın canıdır. Toprağın canı ise gezegenin canıdır ve gezegende de güneşin uzantısı ve güneş galaksinin ve o da sonsuz uzayın sonsuz hallerinden biridir. Yani yaprak, dal, gövde, kök, toprak, gezegen, güneş, galaksi gibi ayrımlar yalnızca insan zihninde ki hayali ayrımlardır, gerçekte böyle bir ayrım yoktur. Varoluş tek bir bütünlüktür, bir sürekli akıştır. Yaprak benlik iddiasından kurtulduğu anda tekrar varoluşun birliğine katılır. Artık madde olarak algılamaktan kurtulmuştur kendini. Canlılık olan özünün farkına varmış, can olmuştur. Ve yaşam, yani canlılık sonsuzdur. Varoluşun sonsuzca fışkırışının ve deviniminin arkasındaki sonsuz gizemdir.

Öyleyse Bilgi Ağacının Meyvesi'ni yemekle benlik yanılgısına düşen insan bu yanılgıdan kurtulmayı başarabilirse eğer, tekrar düştüğü cennete, sonsuz saadetşne geri dönebilecektir. Benlikten kurtularak birliğe gark olmak Yaşam Ağacının Meyvesi'ni yemektir. Ancak bu çok çetin bir iştir. Çünkü o benlik, türlü inanılmaz yollarla savunur Yaşam Ağacının Meyvesi'ne ulaşan yolu. Benlik kendi sahte varlığını savunmaktadır. Ve en kurnazca numarası; insanı, ölümsüz ama görünmez olan o canlılığın yani ruhun değil de kendisinin gerçek olduğuna ikna etmesidir. "Nerede o ruh?"der, "hadi çıksın ortaya. Ama bak ben buradayım ve eğer varsa burada benden başkası, öyleyse sen göster onu bana" İnsanlığın ekserisi bu oyununa aldanır benliğin. Ruh hakikat olduğu halde, elle tutulur gözle görülür olmazlığı sebebi ile kolayca yok kabul edilir. Halbuki vasıtadır madde mananın kendini ifade etmesine. Birbiri ardına giydiği elbiselerdir bedenler ruhun ifade bulmak için.

Yaşam Ağacı'nın meyvesi saflığı sembolize eder. Egosuzluğu, varoluşun akışına tabi olmayı. Bilgi Ağacının Meyvesi ise bilgi ile kirlenmeyi sembolize eder. Varoluş, halden hale giren sonsuz ve kesintisiz bir eylemdir. Varoluş dalgalanan sonsuz tek bir okyanusudur. Onun belli bir anda ve yerde aldığı bir şekli tanımlayarak ona isim vermek demek, dalgalanmanın belli bir yerde ki bir anlık halini, bir dalgayı, okyanustan ayrı görerek, ona bir nesne mumelesi yapmak demektir. Süre giden eylemin belli bir zaman dilimi içinde aldığı bir şekle isim vererek onu bir nesneye indirgemek demektir. Varoluşun belli bir yer ve zamanda ki o bölümü belli bir süre sonra başka bir şekil alacaktır, ki her an bu değişim olmaktadır zaten, ve senin isim verdiğin o şekil bir süre sonra yok olacaktır. Algında ki çarpıklık yüzünden senin nesne olarak kabul ederek bir bilgi olarak hafızana kaydettiğin o hal yok olacaktır. O bir geçici haldir çünkü. Ve sen bu bütünden kopararak kategorize etme, tanımlayarak isim verme ve böylece ölü bilgiler üretme eylemini kendi üzerinde de uygulamışsındır. Kendinin de bütünden ayrı bir varlık olduğuna inanmışsındır. Ama sende varoluşun belli bir süre zarfında aldığı geçici haller ve şekiller bütünüsün. Varoluşta bir dalgalanmasın ve bu dalga da, bu şekil de gelip geçici olduğu için, "Ben" dediğin şeyde yani o beden-zihin ikilisi de bir süre sonra çürüyüp yok olacak, yapı taşların başka şeylere dönüşecek, başka formlar oluşturan başka dalgaların malzemesi olacak. Bildiğin halinle sen öleceksin. Nerdeyse tüm kadim kültürlerde benzer şekilde yer almış olan bu mitin son semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alan "Bir tek Bilgi Ağacının Meyvesi'nden yeme" uyarısı; "kendini bir beden ve zihin ikilisi olarak tanımlamak sureti ile salt maddeye indirgeyerek ölümlü kılma" uyarısıdır.

28 Ekim 2014
volkan tankut

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bir Maaşa Günlerini Satan Eğitimliler

Şu eğitimli geçinip de ücretli çalışanlara bak, şu bir maaş için günlerini satanlara. İnsanlık onuruna yakışır halde kendine yeter ve özgür yaşamak için toprağı ekip biçmekten öte çalışmaya gerek olmadığını idrak edememiş şu eğitimli cahillere bak. İhtiyacından fazlasını tüketebilmek için kula kulluk eden şu aç gözlülere. Bitmeyen telaşlarına, şu meşgul hallerine, şu aldıklarının karşılığını verir hallerine bak. Bu halleri sahte olanlarının dahi işgüzar tavırlarıyla işlerinin hakkını veriyormuş gibi yapma çabalarına bak. Bak hele, şu sanki hakkını veriyor olsalar insan olmanın gereğini yerine getiriyor olduklarına inanmaya ve sözde haklı kazançlarının keyfini çıkarmaya hazır oluşlarına bak. Sanki hizmet ettikleri efendileri kendini Dünya'nın dirliğine adamış gibi. Sanki kutsal bir amaca hizmet ederlermiş gibi. Ama geçiniz hayrı, ne o efendiler kârdan başkasına adanmış, ne de onlar efendilerine. Peki nedir öyleyse bu tiyatronun sebebi?

Öğrenilmiş bir refleks olsa gerek bu. Korkunun zihinlere kazıdığı bir şartlı refleks. Peki nedir bu korku? Kaybetme korkusu. Gerektiğince verimli bir köle olunamadığı müddetçe o işten ve bu işten kovulmak ve sonunda aç kalmak ve ölmek korkusu. Evet ölmek. Çünkü muhtaç hale gelerek etrafa el açmak, dilenmek zorunda kalmak daha çok korkutuyor onları. Dilenmezse bedeni kırılacak açlıktan, dilenirse gururu çünkü. Gururlu olmayı en büyük erdem sayıyorlar. Para ile ayakta duran o kör kibri onur sanmadalar, gerçek onur ile henüz hiç tanışmış olmadıkları için bunlar. Ve hiç açlık tanımamış kibirleri yüzünden ölümü dilenmeye yeğleyebilecek iradeye sahip olduklarına da inanmış bu ahmaklar. Daha da trajikomik olanı şu ki; görmezler çalışmalarının zaten kamuflajlı dilencilik olduğunu aslen. Onurları için yaşıyorlar sorsan.

Hangi onur be ahmak? Kendine efendi olamamışsın sen, esir olmuşsun, hırsının esiri olmuşsun. Onu doyurmak için bir maaşa satmaktasın özgürlüğünü. Kendi kendini köle pazarında açık artırmaya çıkaranın, kendini mal yerine koyanın onuru mu olur ki kaybetmekten korkarsın onu? Ama böyledir insanlar ekseriya. İnsanlık onuru gerçekte nedir bilmezler.

Ha, benden mi duymak istiyorsunuz onun ne olduğunu? Hazıra mı konmak istiyorsunuz? Armut piş ağzıma düş bir şey değildir ki o. Hakkında bilgi edinerek sahip olunabilecek bir şey değil. Onur için önce ruh lazım size. Ve ruh için ölümüne bir özgürlüğe adanmışlık. Onur ruhun temizliğinin yansımasıdır ömre. Ve ruh, ancak bedelini ödeyebilirseniz açığa çıkar sizde. Bu ödemeyi yapabilecek cesaret ve azmi gösterebilirseniz ancak. Ama gösterebilir misiniz? Yoksa onurdan yoksunluğunuzu onun sahtesi ile, para ile gizlemeye devam mı edeceksiniz? Onurunuz pahasına kazanıp, onur diye biriktirdiğiniz para ile.

27 Ekim 2014
volkan tankut

24 Ekim 2014 Cuma

Bir Tek Bilgi Ağacının Meyvesinden Yeme

"Bir tek bilgi ağacının meyvesinden yeme" denmiştir kutsal kitaplarda insana... "yeme çünkü yersen cennetten düşersin."  Ne demektir bu? Bu aklını kalbinin önüne geçirme demektir. Benlik yanılgısına düşerek kendini varoluşun bütünlüğünden ayırma, koparma, kopma. Yaşamdan kendini koparma, oluşla birlikte ak, deneyimle, hisset ama tanımlayarak nesneleştirme ve nesneleşme. Oluşun akışı içinden süreçler cımbızlayıp, dondurup onlara isimler verme, onları biriktirilebilir cansız bilgiye, metaya dönüştürme demektir. Çünkü bunu yaparsan sende gittikçe donuklaşırsın, nesneleşirsin. Bir nesneye indirgersen her şeyi, onlar karşısında bir nesneye indirgemiş olursun kendini de. Ruhunu kaybedersin, manayı yitirir materyalize olursun demektir. Ve olmuş olan da budur. Örneğin bir yaprak nedir? Bir nesne mi yoksa akışın bir parçası olarak bir yüklem, bir fiil, bir oluş mu? Evet varoluşun bir eylemi bir oluş halidir yaprak ve her şey. Bir yaprak filizlenir, yeşerir, sararır, kurur ve düşer. Onu nasıl durağan bir nesneymişcesine isimlendirebilirsin? Hangi halidir kastettiğin onun, yaprak dediğinde? Ve ağacın bir uzantısı değil midir ki yaprak? Tek başına birşey midir o? Canı ağacın canı değil midir ve ağacın canı da toprağın ki ve onun ki gezegenin ve güneşin ve galaksinin? Yaprak dediğin varoluşun dalgalanmalarından biridir, belli bir süre içinde aldığı bir haller ve şekiller sinsilesidir. Yaprak dediğinde, bu o süre giden akışı temsil etmez. Tanımınla onu zihninde öldürür, cansız durağan bir şeye dönüştürürsün. Zihninin kapsayabileceği, hakim olabileceği bir şeye. Bilgi benlik yanılgısına düşen zihnin, hayatın bilinmezliği karşısında korkuya kapılarak, bu bilinmezlik ile baş edebilmek amacı ile ürettiği ve değişmeyen sabitler olduğunu varsayarak yine bu bilinmezlik ile arasına koyarak korunmaya çalıştığı tamponlardır.

24 Ekim 2014
volkan tankut

Kâr: Verdiğinden Çok Alarak Dengeyi Bozmak

Satmaktan maksat kârdır, kazançtır. Zararına satış dahi zararın daha büyüğüne giden yoldan dönerek zararı azaltmak yani zarardan kâr etmek içindir. Öyleyse her hâlükârda satıştan maksat kârdır yani kazançtır. Peki nedir bu kâr veya kazanç? Verdiğinden çok alarak dengeyi bozmaktır. Nedir bu özde? Haksızlık, zulüm, adaletsizlik. İhtiyacın olanı alırken, ihtiyacı kadarını vermemek. Eksiltmek yolu ile artmak. İhtiyacın istismarı. Ve daha şeytancası; gerçek bir ihtiyaca karşılık gelmeyen türlü arz yaratarak insanda arzu doğrumak, suni talep yaratmak ve bu talebi sömürmek. İnsanda açgözlülük ve hırs doğurarak onu sömürmek. Fayda sağlamak için zarar vermekten kaçınmamak.

24 Ekim 2014
volkan tankut

Üç Hal: Verme, Alma ve Alış Veriş

Üç hal vardır: Verme, alma ve alış veriş halinde olma.
Sevginin doğası vermektir, yalnızca vermeyi bilir sevgi.
Korkunun doğası almaktır, yalnızca almayı bilir korku.
Dengenin doğası alış veriştir, aldığı verdiğine denktir.
Almadan vermek Tanrı'ya mahsustur.
Vermeden almak mezalimdir.
Aldığından çok veren utandırır, intikam alınır ondan.
Verdiğinden çok alan tüketir, intikam alınır ondan.
Alış verişi denk olanlar insanca yaşar.

24 Ekim 2014
volkan tankut



Kayıpta Olmasa İnsan Ne Diye Bu Kazanç Hırsı. Peki Nedir O Kayıp?

Satmak ya da olmamak, işte bütün meşe bu oldu maalesef.
Satmaktan maksat nedir? Kâr. Nedir kâr? Aldığının verdiğinden fazlası yani artı değer yani kazanç. Kazancın haklılığı veya haksızlığı değil burada açmak istediğim konu, çok daha derine, öze değinmek istiyorum. Satmaktan maksat kazanç. Peki bir kayıp içinde değilse eğer, neden kazanç elde etmek istesin ki kişi? Öyleyse insanlık bir kayıp içinde midir? Evet kesinlikle. Nedir kaybedilen? Kaybedilen güvendir. İnsanlar artık kendilerini güvende hissetmiyorlar. Neden? Çünkü sevgi bağlarını yitirdiler. Sevilmek en büyük güvencedir. Eğer herkes tarafından sevilirsen arkanı kollamak zorunda kalmazsın. Ne kadar az sevilirsen o kadar çok korkarsın. Ve ne kadar çok korkarsan o kadar çok güvenceye ihtiyaç duyarsın. Tek doğal güvence olan sevginin boşluğunu doldurmak için yerine yapay bir güvence yaratmak zorundasın. Ne olabilir bu? Güç. Olduğun şekilde, tek başına yeterli güce sahip değilsen, ki kimse kendini tek başına Dünya’nın geri kalanından koruyamaz, o zaman ihtiyacın olan fazladan gücü nasıl kazanacaksın? İşte bu ihtiyacın neticesi olarak ortaya çıkar kazanç çabası. Yeterince sevilmemek yüzünden noksanlığını hissettiğin doğal güvenceyi yapay yollardan elde edebilmen için. Kayıpta olduğun için kazanmak zorundasın. Ve herkes kayıpta olduğu için yapay güvenceye evrensel bir kimlik vererek onu metalaştırmış ve bir işte çalışarak kazanılabilir hale getirmiş insanlar. Güvence hissini suni olarak yaratacak bir madde icat etmişler. Para. Böylece çalışan yani aklını, emeğini, bedenini ya da malını satan herkes onu kazanacak ve bu meta dünyanın her yerinde geçerli olacak . Para ona sahip olanlar ile hayatın olası tehlikeleri arasına duvar örecek. Paran varsa kimse seni sevmese de, seninle yiyeceğini paylaşmasa da aç kalmazsın. Aynı şekilde barınaksız kalmazsın. Kimse seni sevmediği için doğal olarak seninle sevişmek istemese de bu fizyolojik ihtiyacını giderebilmekten mahrum kalmazsın. Örneğin bir kadın satın alabilirsin. Yok hayır fahişeleri kastetmiyorum. Saygın bir durumdan, evlenmekten bahsediyorum. Yeterli paran varsa, kendini sana beğendirmeye yani aslında satmaya çalışan birileri çıkacaktır. Bunların içinden özde seni sevmese de sözde sevdiğini söyleyen bir kadının izdivacını ona vadettiğin hayat standartları karşılığı satın alabilir ve sözde saygın bir evli çift olabilirsiniz. Bunun tersi de geçerli tabi, bir kadın da bir erkek alabilir. Para sana kayıplarını telafi etme imkanı vererek hayata dair korkularını bastırabilmene yarar. Ama sadece bastırırsın, seni dönüştürmez, korkularından kurtarmaz, korkular derinde hala var olmaya devam eder, sen içinde hep bir korkak olarak kalmaya devam edersin. Ya paran biterse, ya tekrar para kazanamazsan? Yeterince sevilmediğin için anında kayba uğrayacağını ve aczinin su yüzüne çıkacağını bilirsin ve bu kaybetme ihtimali paran varken dahi senin bir korkak olarak kalmana yol açar. Ve hatta ne kadar çok paran varsa kaybetme korkun da o kadar büyük olur. Kaybedecek çok şeyin vardır çünkü. Mekanizma böyle çalışır. Yeterince sevilmediğin sürece korkacaksın. Ve evet yeterince sevilmiyorsun çünkü  yeterince   s e v m i y o r s u n .  İşte gerçek kayıp budur. Sen yeterince sevmiyorsun. Kimse yeterince sevmiyor ve onun içinde hiç birimiz yeterince sevilmiyoruz. Ortada yeterince sevgi yok. Ve tabi ki zorla sevemezsin, zorla sevilemeyeceğin gibi. Sevgi zorlanamaz, o içten gelir. Ancak sahtelikten kurtulmuş, gerçekleşmiş bir insan sevebilir. Benliğini ele geçirmiş sahte kimliğini yani egosunu fark eden, takmakta olduğu bu maskeyi çıkarma cesareti göstererek kendi hakikati ile yüzleşen ve sonunda sahte olanı yani egoyu terk ederek gerçekleşen, özüne dönen bir insan sevebilir. Sevgi özden gelir. Herkesin bir olan özünden. Kaynaktır bu. Tüm yaşamın bir olan kaynağından fışkırır sevgi. İçe dönen herkes aynı ve bir olan o kaynağa ulaşır. Sevginin sonsuzca içinden dışarı fışkırabilmesi için içindeki o kaynağa ulaşarak önündeki tıkacı kaldırıp atmalısın. Egondur o senin. Tüm zihinsel şartlanmaların. Üzerine sonradan yapıştırılmış olan ve yapıştırmış olduğun tüm etiketlerindir. Ve yalnızca sen kaldığında geriye, gerçek sen, bir saf farkındalık hali, işte o zaman kendiliğinden fışkırır sevgi içinden. Koşulsuzca ve sınırsızca seversin. Sevginin nesnesi anlamsızlaşır. Sevgi senin vasıtanla tüm varoluşa, her şeye akmaktadır. Bu sevgi akışı her şeyle bağ kurmaktır, bir hissetmek, bir olmaktır. Her şeyde kendini ve kendinde her şeyi hissetmek. Ne seven ne de sevdiği vardır artık, oluş haline geçersin, sevme olursun. Bu halde kim kayıpta hissedecek kendini, kim noksan hissedecek, kim korkacak, güvensiz hissedecek. Bu halde sen varoluştan ayrı bir ben olarak yoksundur artık, yok olmuş aynı zamanda her şey olmuşsundur. Senin varlığın güven olur, kendiliğinden etrafa güven verir. Sen emin olursun ve senden emin olunur.

24 Ekim 2014
volkan tankut


21 Ekim 2014 Salı

Tükenen Dünya, Elit Azınlık ve Kaçış Planları Üzerine Tahminler

Üç yüz milyonluk Amerikan halkı nedir? Bence sağmal inekleştirilmiş bir sürü.

Peki birkaç gelişmiş Avrupa ülkesi hariç bugün Dünya nüfusunun geri kalanı nedir? Yıllar içinde Amerika da dahil dünyanın birkaç yerinde denenip başarılı olmuş sömürü stratejilerinin, bölgesel olarak halkların kendine has yapılarına ve çağa uyarlanarak, Dünya’nın geneline uygulanması ile benzer şekilde sağmal inekleştirilmiş bir sürü.

Peki kim niye ve nasıl yapıyor bu güdümü sürüleştirmeyi ve sağımı? Dünya kaynaklarının neredeyse tamamını öncelikli olarak kendi istifadelerine tahsis etmeye niyet etmiş ve zaman içinde elde ettikleri finansal ve lojistik güç ile bunu başarmış küçük bir azınlık, sahip oldukları bu egemenliği sürdürebilmek için insanlığın enerjisini, onları türlü stratejilerle aptallaştırıp savunmasız hale getirerek, sömürüyor.

Bilim insanlarının yaptığı açıklama ve uyarılar ışığında görünen o ki Dünya’nın insan ırkının yaşamasına el veren hassas dengesi bu gidişattan çok olumsuz şekilde ve giderek artan bir hızla etkileniyor. Birçok başka canlı türü bu durumun olumsuz etkilerine çoktan maruz kaldı ve kalmakta ve hatta yok olanlar ve olmakta olanlar var.

Gidişat değişmezse, ki bu yüksek bir olasılık, pek yakında dünyanın insanlar için yaşanmaz bir hale gelebileceği öngörülüyor. Bazı bilim adamları artık zarar verici faaliyetlerimizi durdursak dahi eşiği aştığımızı ve geri döndürülemez şekilde bu felakete sürükleneceğimizi savunuyor.

Bu uyarılar kanımca gerçeği yansıtıyor. Gerçeği yansıtıyor olmasalar, olmayan bir tehlike yüzünden bir yandan elitler denen bu azınlığın saltanatını sürdürmesine hizmet eden aşırı tüketim çılgınlığının aksine ve diğer yandan tüketim toplumu olan bizlerin alışkanlıklarının aksine tedbirler almayı gerektirecek, yani mevcut düzeni değiştirmeyi gerektirecek bu açıklamaların yapılması kimsenin amacına hizmet etmeyeceği için saçma olurdu. Düşündüğünüzde, bu tehlike muazzam bir aciliyet arz ediyor dahi olsa, ki kanımca öyle, mantıklı olanın elitlerin bu uygunsuz gerçeği ortaya çıkaracak tüm açıklama girişimlerini engellemeye çalışması olurdu. Böyle bir sona sürüklenirken, kendi emniyetlerine hizmet eden tedbirleri yine kendi selametleri açısından ortalığı velveleye vermeden sessizlik ve gizlilik içinde sürdürmeye çalışırlardı herhalde.

Eğer bu uyarılar bizlerin kulaklarına gelebiliyorsa, bunu elitlerin baskısına rağmen dillendiren bazı vicdan sahibi bilim adamlarının hayatları pahasına sarf ettikleri cesur çabalarına borçlu olduğumuzu düşünüyorum ki bu da tehlikenin ne kadar gerçek ve yakın olduğunun en somut delilidir.

Bu neticeden şu hayati sinyalin de alınması gerekmektedir. Dünya bir çevresel felakete doğru hızla sürükleniyor. Çok az vaktimiz kaldı. Dünya’yı idare eden güç, ki bundan kastım hükümetleri perde arkasından idare eden bu gölge güç, kendi menfaatleri için bu tehlikeyi çok üst düzey memurları dışında insanlığın geri kalanından saklamaya çalışıyor. Bu da demektir ki kurtulmak için yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını ve varsa bunları yapmaya başlama kararını halklar olarak acilen bizlerin almaya başlaması gerekmektedir. Bunu elit merkeze hizmet eden hükümetlerimizden bekleyemeyiz. Ve tüm bu bilgilerin mümkün olan en hızlı şekilde yayılmasına ihtiyacımız var.

İlaveten bir kişisel tahminimi de birkaç kısa paragraf halinde burada paylaşmak istiyorum. 1900’lerin ilk çeyreğinden itibaren ABD ve SSCB gibi devlerin devlet bütçelerinden gittikçe artan muazzam fonlar ayırdığı bilim ve uzay araştırmalarının dahi belki başından belki de belli bir noktadan sonra tümüyle elitlerin amaçlarına hizmet etmekte olduğunu düşünüyorum. Bu araştırmaların amacının, olası bir felaket durumunda hayatta kalmak için Dünya’nın bu felaketten etkilenmeyebilecek herhangi bir bölümünde (yeraltı, okyanuslar, atmosfer gibi) yeniden yaşam kurmayı veya etkilendiyse de kendilerini bu etkilerden koruyacak bir kalkan sistemi altına girmeyi, bunlar mümkün olmazsa veya uzay daha avantajlı bir opsiyon durumuna geldiyse Dünya’yı terk etmeyi, Dünya dışında yaşam alanları yaratmayı, ki bunun kapsamına uzay istasyonları üretmek ve dünyalaştırma denen başka bir gezegenin tamamen veya kısmen insan yaşamına uygun hale getirilmesi giriyor, mümkün kılmak olduğuna inanıyorum. Bu olağanüstü hal durumunda kendilerinin türlü ihtiyaçlarını gidermek için belli bir hiyerarşiye uyarınca hizmetli olarak belli sayıda insanı da yanlarına almayı planlıyorlardır tabi.

ABD SSCB soğuk savaşının dahi iki ülke halkı üzerinde korku yaratıp karşılıklı bir tedbir olarak onları askeri ve uzay bütçelerinin artırılmasına ikna etmek için üretilmiş bir senaryoya uygun olarak perdelenmiş tiyatro olduğuna inanıyorum. Böylece muazzam bütçeler gerektiren bu araştırmalar elitlerin cebinden değil halkın vergilerinden karşılanabilecekti. Böylece elitlerin finansal gücünde hiçbir azalma olmayacak ve lokomotifi borçlandırma olan yöntemleri ile Dünya’nın kontrolünü ellerinde tutmaya devam edebileceklerdi. Diğerlerinin olduğu gibi Beyaz Saray, ordu, FED, FBI, CIA, NASA gibi en kritik sözde devlet kurumlarının başlarına da kendi adamlarını yerleştirmeyi çoktan başarmış oldukları için, toplanan vergilerle halkı uyandırmadan amaçlarına yönelik istedikleri düzenlemeleri yapabileceklerdi.


Bu küçük azınlık kendi yeryüzü cennetlerini yaratabilmek amacıyla insanlığın büyük çoğunluğu için yeryüzünü bir cehenneme çevirmekten çekinmemişlerdi. Böylesi bir bencillik tabi ki sonuna kadar sömürdükten sonra kaynak ve çevresel koşullar için insan hayatına uygunluğunu yitiren Dünya’dan kaçış planını da yapmış olmalı ve zaman içinde kullanıma hazır hale getirmeliydi. Kanımca bugün olmakta olan ana hatları ile budur.

21 Ekim 2014
volkan tankut